1921 Anayasası’nı anmadan başlamak gerekir; çünkü ne hikmetse bu topraklarda Kürd’ün adı sadece savaş zamanlarında anılır, anayasa kitaplarında değil.
1924 Anayasası geldiğinde, o da bir silgi gibi iş gördü: İlk işi, Kürd başta olmak üzere Laz’ı, Çerkez’i, Gürcü’yü – hepsini – Türk yapmak oldu. Resmen değilse de fiilen. Böylece “eşit yurttaşlık” masalının ilk oyun perdesi açılmış oldu. Bu oyunda başrol yine malum partideydi: Cumhuriyet Halk Partisi.

1924 Anayasası’ndan sonra ne mi oldu? Kürt Teali Cemiyeti’nin tüm üyeleri birer birer ortadan kaldırıldı. Cibranlı Miralay Halid Bey’den başlayarak askerî ve sivil onlarca insan… Bir provokatif eylem sonucunda, henüz yeni yeni filizlenen Kürt meselesine erken doğum yaptırılıp Şeyh Said İsyanı çıkarıldı. Kim yaptı? CHP yoktu canım, daha kurulmamıştı! CHP’ye devlet kurdurtan İngilizler yaptı (!).
Tenkil-Pêçar Harekâtı ile yüzlerce Kürt öldürüldü. On binlerce insan göçe zorlandı; toprağından, vatanından sürüldü. Kim mi yaptı? Albay Ali Barut yaptı. CHP’nin bundan haberi bile yokmuş gibi davranılıyor.
Peki ya Dersim, Koçgiri, Geliyê Zilan? Böyle yerler mi var? CHP, bu yerlerin isimlerine bile tahammül edemedi.
Peki, Şeyh Said Kıyamı’nda asılan dedelerimizin kabirleri nerede? CHP nereden bilsin; onların hepsi İngiliz parmağı (!).
Daha sayfalar dolusu yazabilirim… Saymakla bitmez.
Hani şu “yeni” olanı da “eski” olanı da Kürd meselesinde hep aynı cümleleri kuran…

Yıl 2025. Sahnede bu kez tipi top bir genel başkan: Özgür Bey.
Konuşması nağme gibi, kulağa hoş geliyor ama içeriği, okuduğu resmi tarih ile sınırlı olduğu için kurak. Aynen Urfa ovasındaki susuz araziler gibi.

“Diyarbakır’a demokrasi, İstanbul’a otokrasi olmaz” diyor. Doğru, olmamalı. Ama insan sormadan edemiyor:
Peki, Diyarbakır’a hiç demokrasi geldi mi? Ya da otokrasi sadece İstanbul’da, İmamoğlu yolsuzluk iddiasıyla mı uğradı? Kürd’ün yaşadığı coğrafya, yüz yıllık Cumhuriyet’in otoriterliğinin laboratuvarı değil mi zaten?

Belediye başkanlarımız içerde; öyle PKK üyeliğinden falan değil, “örgüte yardım ve yataklık etmekten.” Yardım nedir, çay mı ikram etmiş, cenazeye mi katılmış, belli değil. Anayasa Mahkemesi geçenlerde bir karar aldı ve bunlara “örgüt üyesi değil” dedi ama nafile. Kürd’e düşen hep hukukun kıyısında, siyasetin dışında yaşamak.
Özgür Bey, Anayasa Mahkemesi kararına gönderme yapıyor. Ama Kürd’ün Meclis’te vekili var; fakat dokunulmazlığı yok. Zaten dokunulmazlık deyince akla ilk gelen şey, CHP eliyle Kürd’ün dokunulması oluyor.

Şimdi bir de Türkiye’nin terörden arındırılması meselesi var. PKK ile devlet arasında. Ne olduğu henüz bilinmiyor. Bunu öğrenebilmemiz için komisyon kurulması gerekiyor. CHP’den temsilci istiyorlar. Ama CHP olmaz, o kadar da değil.
Ekrem Bey yolsuzluk şüphesiyle içeri alınırsa, Kürd’ün hâlâ dışarıda dolaşması ayıp olur! Ne olur ne olmaz, dengesizlik olur. “Dengeyi sağlamak gerek” diye komisyona üye vermiyor. Çünkü Kürd’ün olmayan teröristi temizlenmesin; yoksa Kürd’e akan kapılar açılır diye istemiyor. Kürd, terörist olarak kalsın.
Evleri sıvasız birkaç Mehmetçiğin cenazesine katılır, akşam da Cihangir’de veya Çiçek Pasajı’nda rakımızı içeriz, diyor.

Tabii ki HDP’nin başında kayyum gibi duran birtakım “bizden görünen kurtarıcı” Türk siyasetçiler de var.
Arada Cihangir’de CHP’li seçim organizatörleriyle görüşüp birkaç duble içilir, Kürd’ün oylarının konjonktürel olarak nasıl Ekrem’e, Mansur’a ya da benzerlerine bağlanacağı kararlaştırılır.
Ne de olsa HDP’nin “onursal başkanı” kalın kürküyle her zaman onların yanındadır.
Hele seçim zamanı Qandil’de bir iki şahsa selam çaktı mı, gerisi tamamdır. Kürd’ün iradesi cepte keklik.

On binlerce faili meçhul Kürd? Geçiniz. O, derin devletin “derin” bir meselesi. CHP’den ona ne?
Yakılan binlerce köy? Onun adı “Terörle Mücadele.” Aşk olsun, CHP’ye ne?
Tahrip edilen doğa mı dediniz? Orada “çok uzakta bir köyde… O köy bizim köyümüz.”
Gitmesek de görmesek de… İsmi lazım değil: Kurdistan.

CHP mi?
O bu topraklarda yoktu zaten! Yeniydi, saf, idealistti. Demokrasi getirecekti; bir elinde gül, diğerinde nutuk… Kürd’ü yanında istiyordu.
Ama Kürd bir türlü yanına gitmiyordu.
Ekrem mi? Kürd’e portre hediye ediyordu. Amma Kürd çok ayıp ediyordu. Acaba neden?

Şöyle bir 1990’lara bakalım. Paris’te Kürd Konferansı yapılıyor. O dönemki SHP (CHP’nin yavrusu), konferansa giden Kürd kökenli vekillerini partiden ihraç ediyor.
Niye? Çünkü “etnik kimlik belirtmek bölücülüktür.”
Şaka değil, resmi gerekçe böyle.

İstiklal Harbi mi? Elbette Kürd gerekli.
Savaşta herkes kardeştir. Ama zafer gelince yeni vatandaşlık tanımı hazırdır: Türk.
Kimlik meselesi mi? Unut gitsin.
Ne mutlu Türk’üm diyene!

Bugün de aynı. Başı sıkışınca Kürd’e mesaj gönderiliyor: “Gel yanımıza, beraber demokrasi inşa edelim.”
Ama Kürd “anasını görmek” için yola çıktığında, ortalık ayağa kalkıyor. Yollara mayınlar döşeniyor, Kürd anasına varmasın diye.
Sanki yıllardır görülmeyen o anne, CHP’nin düşmanıymış gibi.

Kısacası, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında da değişen bir şey yok.
Yine aynı oyun: Kürd sahnede ama repliği yok.
Seyirci çok, ama anlamak isteyen yok.
Alkışlar tabii ki yine merkeze, CHP’ye.
Yeter ki Kürd, anasını görmesin diye…